Gurbetten Sılaya Gezi Rotaları – 2
Ayvalık’tan Bergama’ya: Zeytinle Başlayan, Taşla Derinleşen Yolculuk.
İstanbul’un telaşını ardımızda bırakıp Edremit Körfezi’ne doğru indiğimizde, yolun rengi değişir.
Zeytin ağaçları birer mihmandar gibi yol boyunca selam durur.
Rüzgâr artık kuzeyden değil, içimizden eser.
Gurbetin sesi kısılır; Ayvalık göründüğünde sadece memleket değil, iç huzur da yaklaşır.
Ayvalık sokakları zamanın bile yavaşladığı yerlerdir.
Taş döşeli daracık yollardan yürürken, bir taş evin açık penceresinden gelen musikiyle irkilirsiniz.
Ne çocukluğunuz kadar uzakta, ne bugünün gürültüsü kadar yakındır burası.
Bir başka güzelliği ise, eskiyle yeninin sessiz bir saygı içinde yan yana yaşayabiliyor olmasıdır.
İlk durağımız: Cunda Adası.
Ayvalık’la kara yoluyla bağlı olan bu ada, sanki her sokağında ayrı bir hatırayı korur gibi sessiz.
Cunda’da sabah kahvesi, tahta sandalyelerde oturan insanların hiç konuşmadan anlaşabildiği bir dildir.
Her ev, her taş, her balkon demiri geçmişin izini taşır.
İsterseniz Taksiyarhis Kilisesi’ni (bugün müze) ziyaret edip, mimarini hayranlıkla resimleyebilirsiniz. Yahut sahilde bir bankta oturup, sadece martıları dinleyebilirsiniz.
Cennet Tepesi’nde gün batımına karşı susmak be inzivaya çekilmek bile bir ibadete dönüşür bazen.
Ama Ayvalık sadece tarihiyle değil, maneviyatıyla da yüreğe dokunur.
Ayvalık Merkez Camii, eski bir kiliseden dönüştürülen bu yapı bugün minareyle buluşmuş hâliyle hem geçmişi hem bugünü taşır bir arada.
Yine Hamidiye Camii, bölgede Osmanlı’nın zarif mimarî izlerini hissettirir.
Bu yapılarda kılınan bir öğle namazı, sadece vakit doldurmak değil, yorgun ruhu toparlamak gibidir.
Ve elbette lezzet…
Ayvalık tostu deyip geçmeyin; içinde eriyen peynir, domatesin sıcağa verdiği tat ve tereyağının çıtır ekmeğe işlenmiş hali, yolda açılan bir tebessümdür.
Yanında bir sakızlı kurabiye, Cunda’da küçük bir dondurma…
Ne mideyi yorar, ne hatıraları.
Ayvalık’ta yürümek sabır ister.
Çünkü sokaklar, acele etmemeniz için dizayn edilmiş gibidir.
Bir yaşlı teyzenin balkonundan gelen “Hoş geldiniz evladım” sözü, tabelasız bir memleket karşılamasıdır.
Ve o anda anlarsınız:
Gurbetin sesi burada susar, içten gelen selam burada yükselir.
Bir Durak Sonrası: Bergama’da Taşa Sinmiş Sessizlik
Ayvalık’ın huzur veren esintisinden ayrılıp Bergama’ya doğru ilerlediğimizde yol biraz yükselir, ağaçlar daha sessizleşir.
Tarihle iç içe yaşamanın ne demek olduğunu, Bergama sokaklarında yürürken anlıyorsunuz.
Çünkü burada zaman sadece geçmez; yaşar.
Bergama, binlerce yılın izini taşıyan topraklarda kurulmuş bir sükûnet kenti.
Bir yanda Akropol’ün yüksekten bakan taşları, diğer yanda Asklepion’un şifa dağıtan kalıntıları…
Ama bu şehir sadece geçmişin hikâyesini anlatmaz; aynı zamanda yaşanmışlığın içten sesini de taşır.
İlk durağımız: Bergama Ulu Cami.
1399 yılında inşa edilen bu cami, sade mimarisiyle derin bir tevazu taşır.
İçeri girdiğinizde kalabalık susar, zaman geri çekilir.
Bir cuma hutbesinin ardından, camiden çıkan yaşlı bir amcanın gülümsemesi, yolda rastlanan en kıymetli selam olur.
Yokuşlardan çıkarken biraz nefeslenmek gerekirse, Bergama Müzesi’ne uğrayın.
Antik heykellerin arasında gezinirken, bu toprağın ne çok şeye tanıklık ettiğini fark edersiniz.
Bir taş bile burada sır saklar.
Ve elbette Bergama tulumu…
Küçük bir dükkânda, kahverengi kâğıda sarılmış bir dilim peynir ve yanında sıcak bir bazlama…
Bir sandalyeye oturur, esnafla iki laf edersiniz.
Bir bakmışsınız; size peynir anlatmıyor da sanki çocukluğunuzdan bahsediyor.
Bazı şehirler vardır, gezi planlarında küçük görünür ama kalpte büyük yer kaplar.
Bergama işte öyle.
Taşları ağırdır ama yük değil, hatıradır.
Rotanın devamında ise:
İzmir’in sokaklarında kalabalığın içindeki sükûneti arayacağız,
Foça’da denize karşı içimizi dinleyeceğiz,
Alaçatı’da taş evlerin gölgesinde bir fotoğraf gibi bekleyeceğiz.
Takipte kalın… Çünkü sılaya varan yollar, sadece asfalt değil; duygudur, hatıradır, huzurdur.
Muhabbetle…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.