500 yılı geride bıraktığımız bu topraklarda kahve Osmanlı’dan başlayarak Türk gelenek ve göreneklerine dahil olmuş kendi kültür yapısını oluşturmuştur.
Özdemir Paşa ile Osmanlı Sarayı’na giren kahve kısa sürede saray içi eşrab, padişah hatta harem’e kadar popülerliğini arttırmıştır. Padişahlar huzurlarına kabul gördükleri kişileri önce bir odada dinlendirir ve misafir eder, gül lokumları ve reçellerle kahve sunumu yaptırırdı. Kendisinin içtiği kahve sunumu da 3 genç kız tarafından bir seremoni halinde yapılır, kahvecibaşı’nın organize ettiği bir törene dönüşürdü. Kahvecibaşı kahvenin yapılmasından ve padişaha sunumundan sorumlu olunan bir rütbe idi. Bu rütbeden sadrazamlığa kadar yükselen kişiler dahi olmuştur.
2. Abdulhamid’in kızı Sayın Ayşe Osmanoğlu kitabında babasının kahve içişini şu kelimeler ile birinci ağıdan anlatmaktadır :
“Kahveyi pek severdi. Fakat yalnız Yemen kahvesi kullanırdı. Yemeklerden sonra kahve içtiği gibi, arada da ayrıca altı yedi defa içerdi. Kendi emektarlarından, şehzadeliğinden beri kahvesini pişiren Halil Efendi, kahveci başı idi. Babamın mizacını öğrenmişti. Kahvesi ne koyu, ne de açık ve sade olarak pişirilirdi. Halil Efendi nöbet odasının yanındaki kahve ocağı denilen yerde oturur, emir beklerdi. Evine geç gider, sabahları erken gelirdi. Halil Efendi, Ölmeden biraz önce babama: 'Efendimiz! Ben sık sık hasta oluyorum. Damadım Ali kulunuza emniyet ve itimadım vardır, iyi çocuktur. Müsaadeniz olursa efendimizin kahvesini pişirme tarzını öğreteyim. Benden sonra efendimizin kahvesini o pişirsin' demiş, babam da bunu kabul etmişti. Hakikaten az zaman sonra Halil Efendi öldü. Yerine damadı Ali Efendi geçti.
Kahveci başı beyaz eldiven giyer ve kahveyi öyle pişirirdi. Pişirdiği kahveyi Harem kapısına kadar kendi getirir, zili çalar, nöbetçi hazinedarın eline teslim ederdi. Kahve tepsisi, babamın annesi Tirimüjgân Kadın'ın yadigârı küçük altın bir tepsi olup üzerine gümüş bir cezve ve iki tane porselen beyaz fincan konurdu. Fincanlarda babamın markası vardı. Babam birinci fincanı içtikten sonra ikinciyi diğer fincanla içerdi. Kahveyi sigarayla birlikte ve ağır yudumlarla içerdi. Annemle beraber içtikleri vakit aynı fincanlardan bir çift daha getirirlerdi.
Kahveci başı Ali Efendi, babamın ölümüne kadar hizmetinde bulunmuştur. Biz, çocuklarından hiçbiri huzurunda kahve içmedik.”
Kahve halk arasında da Sosyo-kültürel hayata direk etki etmeye başlamıştı. Açılan kahvehaneler -ki dünyada açılan ilk kahvehane 1554 yılında Tahatakale’de açılan Kivahan’dır- insanların toplanma ve sosyalleşme yerleri haline geldi. Zamanla kendi içinde sınıflara ayrılan kahvehanelerde en önemlileri Mahalle Kahvehaneleri, Esnaf Kahvehaneleri, Yeniçeri Kahvehaneleri, Semai Kahvehaneleri ve Tulumbacı Kahvehaneleri olarak sayılabilir.
Bu kahvehanelerde kitap okunur, sosyal hayat içi günlük sohbetler yapılırdı. Padişahların kahvehaneleri zaman zaman yasaklamalarının sebebi de bu sohbetlerde devleti eleştirir konuşmaların çoğalmasıdır. Tedbil-i kıyafetle halk içinde dolaşan padişah ve devlet erkanı bu konuşmalara şahit olduklarında Şeyhülislamın da yetkileri ve fetvaları ile belli yasaklar getirmişlerdir. Gerçi yasaklar tam olarak engel olmamış ise de çoğalmalarını kısmen engellemiştir. Özellikle Yeniçeri kahvehanaleri Vaka-ı Hayriye olayının tetikleyici mekanları olmuş ve ocağın kapatılmasına kadar olaylar zincirini götürmüştür.
Halk arasında da misafir sohbetlerinde aileler kahve ikram eder ve ikram ettikleri kahveleri gümüş tepsilerde ve birbirinden özenli zarflar, stiller ile sunarlardı. Bu görkemli sunumlar hem sunan ailenin itibarını belirlerken hem de karşı misafire verdiği değerin ölçütü olurdu. Kahveler sarayda da halk arasında da bu dönemlerde hep sade olarak pişirilmiştir. Yanında tatlandırmak için lokum ve reçeller sunulurdu. 7 çeşit reçel sunumu da adettendi. İlk önce lokum ağıza atılır (ki genel de gül lokumu dikkat çekiyor) sonrasında kahve içilirdi. Diyecekseniz ki yanında ikram edilen su nerede? Ve görevi ne? İki görevi vardı suyun esasen. Birinci ve teorik olarak da doğru olanı ilk önce içilip ağızın içini temizlemek birazdan içilecek kahvenin tadının en iyi şekilde hissedilmesini sağlamaktı. Fakat ikinci halk arasındaki anlamı daha ulvi bir amaca hizmet etmekteydi. Misafir ilk önce suyu içerse bu misafirin aç olduğuna işaretti. Hemen ardından hiçbir kelam edilmeden yer sofrası kurulur ve karnı doyulurdu. Kahvesini yudumlayıp sonradan su içerse bu tok olduğunu simgelemekteydi. Ne kadar saygı dolu ve hürmetkar bir hareket değil mi?
Tabi halen günümüzde de gelenek yapısı devam eden kız isteme törenlerinde de kahve başrol oyuncusuydu. Kahve ikram edilir ve babasından kız istenirdi. Günümüzde de aynı gelenek devam ederken gelin adaylarımız herkesin bildiği tuzlu kahveyi damat adayına sunmaktadır. Bunun anlamı tuzlu kahveyi sesini çıkarmadan içen damat kıza olan saygısını ve sevgisini ifade ederken her türlü zorluğa ve gelin adayından gelecek olumsuzluğa aşkı için göğüs gerer manası çıkmakta. Osmanlı da bu biraz daha farklı fakat yakın bir anlam ile ilerlediğini görmekteyiz. Kahvenin adı “Cilveli Kahve”. İstenilen kızın eğer damat adayında gönlü varsa baba kahveleri getirin dediğinde damadın kahvesinin üzerine tepeleme kubbe şeklinde doldurulmuş badem ile doldururdu. Bu damada gibi gözükse de babasına “benim bu oğlanda gönlüm var” mesajı idi. Tabi o dönemlerde aşk konularının babalar ve çocukları ile dile getirilmediğini de düşündüğümüzde iki tarafın birbirine olan saygısı ile verdikleri mesajdı ki ne kadar güzel ve baba-kız ilişkisi hakkında da bizlere ipucu veren nüanslar.
Kahveler kavrulur, pirinç değirmenlerde öğütülür ve taze taze pişirilirdi babaannelerimiz zamanında. Bu süreç ilerleyerek geldi ve kurtuluş savaşı yıllarında hem üretim hem de savaştan kaynaklı bir kahve kıtlığı sardı. Ekonominin de Osmanlı’nın son dönemlerinde bir hayli düştüğünü hesaba katarsak, özellikle Brezilya ve Hindistan’ın kahve üreticiliğine başlaması Yemen’in tekel üreticiliği konusunda kahve stoklarını bir hayli düşürmüştür.
Özellikle 1900’lerin başında kahvenin gelişindeki aksama Anadolu insanının zekası ve yaratıcılığı ile birleşip değişik kahve ve kahve olmayan kahve türlerini ihtiyaca yönelik ortaya çıkarmıştır. Kahve olmayan kahve türü derken yanlış yazdığımızı düşünebilirsiniz. Hayır yanlış değil. Örnek herkesin bildiği Menengiç ’ten başlayalım. Menengiç Kahvesi yapılış ve ismine bakıldığında kahve gibi durup içinde hiç kahve olmayan bir içecek türüdür. Bir fıstık cinsi olan menengiç bitkisinin baharatlar ile karıştırılıp Türk Kahvesi gibi pişirilmesi bir çözüm olmuştur ve günümüze kadar gelmiştir. Aynı metod Diyarbakır ve çevresinde Kenger bitkisi ile Kenger Kahvesi’ni, Denizli yöresinde çörek tu ile Çörek Otu Kahvesi’ni, Halen tek bir noktada geleneğin sürdüğü Çanakkale bölgesinde nohut ile yapılan Fakir-i Tiryakiye kahvesini oluşturmuştur. Kullanılan bitkilerin doğal olduğunu göz önüne alırsak sağlığa faydalarının da saymakla bitmeyeceğini rahatlıkla görmüş oluruz.
Kahve Türk insanın kökenlerinden gelen, dedikoduların yanında eşlik etmesinden, kız istemesine, falının bakılmasından sohbetin bahanesine kadar içimize ve kültürümüze işlemiş en önemli miraslarımızdan bir tanesi. Onun için denmiyor mu ki 1 fincan kahvenin 40 yıl hatırı var diye…
Unutmamalıdır ki dünyada konuşulan bir dilde; kahve içmeden önce yemek olarak bir öğüne Kahve-Altı kelimesinden türeyerek “kahvaltı” ve bir renge “Kahverengi” olarak ismini vermiş tek dil ve toplumuz….