Dünya gündemine bölgesel bir sorun olarak yansıyan, bu nedenle kısa vadeli çözümlerle geçiştirilmeye çalışılan mülteciler ve göç sorunu, bugün birçok ülkede politikaların merkezine oturmuş durumda. Mülteciler ve göç sorunu, zengin, fakir, büyük, küçük her ülkeyi artık bir şekilde ilgilendiriyor ve bundan kaçış yok. Birçok ülke, mülteciler ve göç sorunu ile öngörü ve strateji arayışının yanı sıra, sınırlarına duvarlar inşa etmek de dahil olmak üzere bir zamanlar filmlerde gördüğümüz sahneleri hayata geçirme telaşında. Fakat bu telaşta en çok panikleyenlerin başında ekonomik zenginlikte ön sıralarda yer alan ve bir zamanlar özgürlük ve tolerans konularında diğer ülkelere ders vermeye kalkan Avrupa ülkeleri geliyor.
Mülteciler ve göç sorununun temelinde; ülkelerin, ekonomik refahı halkına yansıtacak sürdürülebilir ekonomik büyümeyi sağlayamamaları ve gelir dağılımında yaşanan adaletsizliğinin çok büyük payı bulunuyor. Açlık sınırında yaşayan, gelecekte karnını doyurma telaşı hisseden bireyin girdiği endişe sarmalı büyüdükçe, ülke sınırlarının koruyuculuğu da azalıyor. Bir de yaşanan endişelerin üzerine totaliter yönetimleri eklediğinizde, yollara düşmenin dışında çıkar yol bulamayan insanların sayısı giderek milyonları buluyor, bilhassa Orta Doğu’da.
Dünya artık mülteci ve göç kavramlarının sosyo-ekonomik maliyetinin farkında. Bu maliyeti en acımasız şekilde ödeyenler ise yokluk ve yoksulluk içinde sınırları geçmeye zorlanan insanlar. Ancak bu insanları sınırlarda yüzlerce yeni sorun bekliyor. İş, güvenlik ve daha iyi bir gelecek hayalinin yanı sıra, insanların sınırları aşmasıyla karşılarına çıkan; yabancı bir dünya ile karşı karşıya kalma, asimilasyon ve dışlanma gibi gelinen ülkenin köklü siyasi sistemi ve kimliğinin yorucu ve bıktırıcı pratikleri başlıyor. Bunun en iyi örneği, artan mülteci ve göç dalgasının sebep olduğu Avrupa’nın kimliği ve geleceğine yönelik endişeli tartışmalarda görülebilir. Avrupalı artık, kapıların sıkı sıkı kapatıldığı, sınırlarına duvarların örüldüğü bir bölge olmanın yanı sıra “tolerans bölgesi” vasfını da giderek kaybediyor.
AB ve üye ülkeler, göçmen ve mültecileri Birlik üyesi ülkelere ulaşmadan durdurma stratejisi çevresinde bir tampon bölge oluşturması için Türkiye, Fas ve Libya gibi komşu ülkelere baskı yapmaya çalışıyor. Aynı zamanda göçmen ve mültecilerin kendi ülkelerinde maruz kaldıkları insan hakları ihlallerini de görmezden geliyor.
Göç, mülteci, sığınmacı kavramları
Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Birliği (AB) terimleri ve uygulama prosedürleri; mülteci, sığınmacı, göçmen kavramlarının tanımı oldukça muğlak:
Mülteci; Cenevre Sözleşmesi olarak da bilinen, 1951 tarihli BM Mülteci Sözleşmesine göre ırk, din, milliyet, belirli bir toplumsal gruba üyelik veya siyasi görüş sebebiyle zulme uğrama korkusu olup kendi ülkesinin dışında vatandaşlık hakkına sahip olmayan ve bu korkudan dolayı o ülkenin korunmasından faydalanmak isteyenlere deniyor. BM Mülteciler Yüksek Komiserliğine (UNHCR) göre ise mülteciler, hayatlarına ve özgürlüklerine ciddi bir tehdit olması neticesinde ülkelerinden ayrılmış olan belirli bir insan grubunu ifade ediyor. UNHCR, mültecilerin, ekonomik veya sosyal nedenlerden ötürü bir ülkeden bir diğer ülkeye giden diğer göçmen grupları ile karıştırılmaması gerektiğine dair uyarıyor. Mülteciler, hayatlarını veya özgürlüklerini korumak adına kaçmak zorunda kalmış kişileri ifade ediyor.
Uluslararası Göç Örgütü (IOM), kişinin hukuki statüsü ne olursa olsun, hareketin isteyerek veya istem dışı olup olmaması, hareketin sebepleri veya kalma süresinin ne olduğuna bakılmaksızın, yaşadığı yerden ayrılarak uluslararası bir sınırdan geçen ya da geçmiş veya ülke içinde yer değiştirmiş olan kişiyi “göçmen” şeklinde tanımlıyor. Göçmenler, ülkelerinden farklı sebeplerden dolayı ayrılabilir; bu sebepler arasında sefalet ve kötü yaşam koşulları olabilir. Sığınmacıların kabulü uluslararası anlaşmalarla belirlense de farklı konumlardaki göçmenlerin kabulüne ilişkin hususlar, her devletin kendisi tarafından belirleniyor. Avrupa Konseyi, özellikle Yetişkin Göçmenlerin Dil Entegrasyonu (LIAM programı) kapsamında yaptığı çalışmalara istinaden, sığınmacılar dâhil, göç etmiş, mülteci statüsü veya benzer bir koruma kazanmış kişileri ve ekonomik göçmenleri, “göçmen” olarak tanımlıyor.
Suriye’den Türkiye’ye göç, verilen istatistiklerden de anlaşılabileceği gibi dünya tarihindeki en büyük kitle hareketlerinden biri. Suriye’de 2011’de başlayan iç savaştan beri 13 milyon Suriyelinin ülkelerini terk ettiği tahmin ediliyor. 13 milyon Suriyelinin 3,7 milyonundan fazlasının ise Türkiye’ye geldiği tespit edilmiş durumda.
Sığınmacı kavramı; kendi ülkeleri olmayan bir ülkeden zulme karşı koruma sağlanması amacıyla sığınma talebinde bulunan kişileri ifade ediyor. Sığınma talepleri, Cenevre Sözleşmesi veya Dublin III Yönetmeliği gibi uluslararası anlaşmalar ve ulusal yasalar ile düzenleniyor.
Mültecilerin hukuki statüsü ise en çetrefilli başlıklardan biri. Türkiye, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ne “coğrafi sınırlama” ile taraf oldu. Yani, Türkiye bu sınırlama nedeniyle sadece Avrupa’dan gelenlere mülteci statüsü verebiliyor. Coğrafi konumu nedeniyle birçok mülteci ve göçmen için ilk giriş ve geçiş noktası olan Türkiye, daha önce benzeri yaşanmamış bir mülteci akını sonucunda (3,7 milyonu Suriyeli olmak üzere) yaklaşık 4 milyon kayıtlı mülteci ve sığınmacıya ev sahipliği yapıyor ve onlara insani yardım ve destek sağlıyor. Diğer kayıtlı mülteciler ise çoğunlukla Irak, Afganistan ve Somali’den geliyor.
Türkiye mülteci krizinde en fazla sorumluluk üstlenen ülke
Türkiye Göç İdaresi’nin 2021 Raporu’nda geçici koruma altındaki Suriyeli sayısının 3 milyon 713 bin kişi olduğu kaydediliyor. Yine aynı verilere göre, geçici koruma kapsamındaki Suriyelilerin en fazla yaşadığı kent, İstanbul. 532 bin 229 Suriyeli, yaşamlarını sürdürmek için tercih ettikleri İstanbul nüfusunun yüzde 3,5’ine denk geliyor. Öte yandan 52 bin 302 Suriyeli ise Adana, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis ve Osmaniye’deki 7 barınma merkezinde yaşıyor.[1]
Suriye’den Türkiye’ye göç, verilen istatistiklerden de anlaşılabileceği gibi dünya tarihindeki en büyük kitle hareketlerinden biri. Suriye’de 2011’de başlayan iç savaştan beri 13 milyon Suriyelinin ülkelerini terk ettiği tahmin ediliyor. 13 milyon Suriyelinin 3,7 milyonundan fazlasının ise Türkiye’ye geldiği tespit edilmiş durumda.
Bu yoğun kitlesel akın, devletlerin yük paylaşımına yönelik politikalarını da ortaya koyuyor. Uluslararası toplumun Suriyeli mülteciler için sınırlı insani yardımda bulunduğu, devletlerin dış sınırlarının kontrolünü sıkılaştırdığı ve sığınmacıların ufak bir kısmının yeni bir ülkeye sorunsuz yerleşiminin söz konusu olduğu da ortada.
Bilindiği gibi, AB’nin Türkiye ile yaptığı Geri Kabul Anlaşması düzensiz göç hareketlerini engellemeyi ve dış sınır kontrolünü sağlamayı amaçlıyor. Bu doğrultuda Türkiye’den Yunanistan’a geçen Suriyeli göçmenler için ayrı bir düzenleme de yapıldı. Her ne kadar AB, Türkiye’yi Sığınma Prosedürleri Direktifi çerçevesinde güvenli üçüncü ülke olarak kabul etmişse de Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılara etkin koruma sağlayıp sağlamadığı üzerinden yaptığı baskıyı gündemde tutmayı ihmal etmiyor. Avrupa’nın “etkin koruma” endişesi duyduğu Türkiye, topraklarında 3,7 milyonun üzerinde sığınmacı barındırıyor ve bunu olabildiğince insani koşullar sağlama hedefiyle yapıyor.
Açlık sınırında yaşayan, gelecekte karnını doyurma telaşı hisseden bireyin girdiği endişe sarmalı büyüdükçe, ülke sınırlarının koruyuculuğu da azalıyor. Bir de yaşanan endişelerin üzerine totaliter yönetimleri eklediğinizde, yollara düşmenin dışında çıkar yol bulamayan insanların sayısı giderek milyonları buluyor, bilhassa Orta Doğu’da.
AB’nin değişen göç politikası
AB, çeşitli kotalar belirlemek suretiyle ülkemizden Suriyelilerin üye ülkelere yeniden yerleştirilmesine yönelik Gönüllü İnsani Yeniden Yerleştirme Programını başlattı. Birlik bu programla yasa dışı göçü yasal göçe çevirmeyi hedefliyor. AB’nin 20 Temmuz 2015 ve 22 Eylül 2015 tarihleri arasında üye ülkelerin taahhütleri altında aldığı kararlarla 72 bin kişiyi “yeniden yerleştirme” ve “yer değiştirme” kotaları çerçevesinde kabul edeceği biliniyor.
AB’nin göç ve mülteciler konusunda uyguladığı politikanın sonuçları Uluslararası Af Örgütü’nün kısa bir süre önce yayımladığı rapordan takip edilebilir. Raporda, AB ve üye ülkelerinin sınırlarını kapatma konusundaki kararlılığının göçmen ve mültecilerin haklarını ve hayatlarını riske attığı sıkça dile getiriliyor. Uluslararası Af Örgütünün yayınladığı “Büyük Kale Avrupa’nın İnsani Bedeli: Avrupa Sınırlarında Göçmen ve Mültecilerin Karşılaştıkları İnsan Hakları İhlalleri” adlı rapor [2], göç politikaları ve sınır kontrol uygulamalarının, mültecilerin AB’ye sığınmaya erişimini engellediğini ve onları giderek daha tehlikeli hale gelen yolculuklara iterek hayatlarını riske attığını ortaya koyuyor.
AB göç politikasını milyarlarca avro ile finanse ediyor. Her yıl üye devletler milyonlarca avroyu tel örgüler, ileri düzeyde geliştirilmiş gözetleme sistemleri ve sınır devriyesi için harcıyor. İlgili önceliklere dair diğer bir gösterge de, AB’nin dış sınırlarını korumak için 2007-2013 yılları arasında yaklaşık 2 milyar avro harcaması. Birlik, aynı dönemde, topraklarında bulunan sığınmacı ve mültecilerin durumunu iyileştirmek için ise sadece 700 milyon avro harcamış.
Dünya artık mülteci ve göç kavramlarının sosyo-ekonomik maliyetinin farkında. Bu maliyeti en acımasız şekilde ödeyenler ise yokluk ve yoksulluk içinde sınırları geçmeye zorlanan insanlar. Ancak bu insanları sınırlarda yüzlerce yeni sorun bekliyor.
Son dönemde AB göçmen ve mülteci politikasının yönünü değiştirmişe benziyor. Kamuoyunun göç konusuna ve mültecilere bakışı değiştikçe AB de yaklaşımını revize ediyor. Bugün AB, göçmen ve mülteciler sınırlarına ulaşmadan yasa dışı girişleri engelleme noktasına gelmiş durumda. Bu algı güçlendikçe Türkiye’nin tampon bir bölge olarak konumlanması söylemleri de güçlenmeye başlıyor.
AB ve üye ülkeler, göçmen ve mültecileri Birlik üyesi ülkelere ulaşmadan durdurma stratejisi çevresinde bir tampon bölge oluşturması için Türkiye, Fas ve Libya gibi komşu ülkelere baskı yapmaya çalışıyor. Aynı zamanda göçmen ve mültecilerin kendi ülkelerinde maruz kaldıkları insan hakları ihlallerini de görmezden geliyor.
Şimdi asıl soruya gelelim: Endüstriyelleşme ve sömürgecilik faaliyetleri nedeniyle ekonomik olarak zenginleşen ve zamanla da özgürlük, tolerans gibi kavramları tekeline almaya çalışan AB, göçmen sorunundaki sorumluluğundan kaçabilecek mi? Öyle görülüyor ki bu ülkeler üzerlerine düşen sorumluluktan kaçmanın yollarını arıyorlar. Bu durumda da Türkiye gibi bölge ülkelerinin üzerine büyük sorumluluklar kalıyor. Lakin Türkiye, yetkililerin de birçok kez ifade ettiği gibi Avrupa’nın sınır bekçisi değil. Dahası Türkiye, deniz ortasında mültecilerin botlarını batıran, aralarında çok sayıda çocuğun da bulunduğu göçmenleri ölüme terk eden Avrupa’dan ahlak dersi de alacak değil.
Bu kapsamda Avrupa Birliği, kuruluş ideallerine de aykırı olan yeni mülteci ve göçmen politikalarından ivedilikle vazgeçmelidir. İlke ve değerler temelinde oluşturduğu dış politikasını da hiçbir koşulda esnetmemelidir. En önemlisi, aşırı göçmen ve mülteci yükü çeken ve buna rağmen insani yaklaşımdan taviz vermeyen Türkiye gibi ülkeler bazında gizli politikalarından da bir an evvel uzaklaşmalıdır.
[Doç. Dr. Metin Duyar, Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyesidir]