Basel’de ‘Gizemli’ Bir Osmanlı: Tatarî Oğuz Efendi Üzerine

Basel’de ‘Gizemli’ Bir Osmanlı: Tatarî Oğuz Efendi Üzerine

Basel’de, Ren Nehri üzerindeki Orta Köprü’nün (Mittlere Brücke) bir ana kaidesine asılmış bir anı levhası, nehir kıyısında gezintiye çıkanların dikkatini çekiyor.

Basel’de, Ren Nehri üzerindeki Orta Köprü’nün (Mittlere Brücke) bir ana kaidesine asılmış bir anı levhası, nehir kıyısında gezintiye çıkanların dikkatini çeker:22 Eylül 1861'de Tatarî Oğuz Efendi (1831-1871), gizli çikolatasının tarifini metal bir sandık içinde Ren Nehrine attı. Sandığın bugün Mittlere Rheinbrücke'nin ana ayağının altında bulunduğuna inanılıyor.”

Şehrin ana köprüsündeki bu levhada zikredilen Tatarî Oğuz Efendi’nin, 19.yüzyılın ortalarında bir süre Basel’de yaşamış bir Osmanlı olduğuna inanılmaktadır.  Burada ve başka mecralarda onun hakkında verilen bilgilerin tek dayanağı, aslında Ben Wineblum ismindeki bir yazarın kaleme aldığı Tatarî Oğuz Efendi in Basel, Reminiscences of a Journalist (Basel, 2011) adlı kitaptır ve bu eserin türü, hatta yazarının isminin müstear olup olmadığı dahi tartışmaya açıktır. Konuyla ilgili elimizde bulunan bu yegâne referans esere göre Tatarî Oğuz Efendi, bir Osmanlı edebiyat muallimi, mütercimi, koleksiyoncusu ve yazarıydı. En başından belirtmek gerekir ki birbiriyle ilişkili bu kadar entelektüel kimliği bir arada taşıdığı ileri sürülen bu Osmanlı efendisinin en azından bu isimle, yani “Tatarî Oğuz” ismiyle yazdığı bir esere, canlı bir fikrî hayata sahne olan Tanzîmât dönemi (1839-1876) Osmanlı literatürü üzerine yaptığım araştırmalarda ulaşamadığım gibi, çevirdiği herhangi bir kitap veya devrin entelektüel hayatında bıraktığı herhangi ize de rastlamadım.

1831’de Paris’te doğduğu iddia edilen Oğuz Efendi’nin babası Tatarî Enis Efendi’nin Sultan II.Mahmud’un hususî “ulağı” olduğu ve oğlunu 7 yaşındayken, 1838’de İstanbul’a gönderdiği, burada da 1843-1848 yılları arasında Enderun tahsilinden almasını sağladığı ileri sürülüyor. ‘Kahramanımız’ 1850’lerde, Osmanlı’daki ilk özel gazetelerden biri olan Cerîde-i Havâdis için Fransızcadan Osmanlı Türkçesine edebiyat çevirileri yapmış, 1852-1854 yılları arasında ise Takvîm-i Vekâyi’de yine mütercim olarak çalışmıştır. 1854-1856 yılları arasında Hariciye Nezareti’nde aynı meslekle iştigâl edip, ardından Enderun Mektebi’nde iki yıl olmak üzere edebiyat dersleri vermiştir. Buna müteakip 1857’de Paris’te açılan Mekteb-i Osmanî’de görevlendirilmiştir. Paris Mekteb-i Osmanîsi, Osmanlı Devleti’nin yetenekli gençlerinin Avrupa tarzında eğitim alabilmeleri için Paris’teki sefârete bağlı ancak Fransa Eğitim Bakanlığı’nın denetiminde açtığı bir okuldu ve Tanzîmât reformlarını yürütebilecek insan kaynağının bir kısmını karşılamak amacıyla tasarlanmış olmasına karşın uzun ömürlü olmamış, haliyle 1864’te kapatılmıştı.  

Bu dönemde Avrupa’nın yalnızca eğitim sisteminin değil, aynı zamanda sanat hayatının da Osmanlı’nın ilgisini çektiği tarihçiler tarafından bilinen bir gerçek. 1860’larda Osmanlıların Paris’teki Güzel Sanatlar Akademisi’ne talebe göndermeye başladığı da bilinir. Yazar Ben Wineblum da muhtemelen bu dönemde Osmanlıların Avrupa sanatına meraklarından hareketle olsa gerek, İstanbul’da kurulması düşünüldüğünü ileri sürdüğü Sanat Müzesi için 1860 Aralık ayında Tatarî Oğuz Efendi’nin sanat eserleri toplamakla görevlendirildiğini belirtir. Ancak böyle bir müzenin açılmasından vazgeçilmesine müteakip ve 1864’te Paris’teki mektebin lağv edilmesinden sonra Oğuz Efendi, Paris’teki Osmanlı sefâretinde yine tercüman olarak görevlendirilip, ayrıca bu dönemde bazı klasikleri Osmanlı Türkçesi’ne çevirmeye devam eder. Paris’in sanat çevreleri vesilesi ile Goethe’nin eserleriyle tanıştığı ve onun Divan’ını çevirmeye başladığı da yazarın iddiaları arasındadır. Tatarî’nin Basel’den sonra gidip 1871’e kadar hayatını sürdüreceği Weimar’daki yılları da Ben Wineblum’un tasvir ettiği şekliyle bir bakıma tarihsel gerçekliklerden ziyade, kurgusal özellikler taşır. Ancak Tatarî’nin hayatının Basel’den sonraki kısmı, bu yazının konusu değildir.

Bu ‘gizemli’ Osmanlı’nın Basel’deki serencamına dönülecek olursa; Ben Wineblum’un belirttiğine göre Tatarî Oğuz Efendi, Paris sefâreti tarafından Basel’e sanat eserleri toplamak için görevlendirilmiş olmalıydı. Aynı şekilde yazar, Tatarî Oğuz Efendi’nin 1861’de Basel’e gelişiyle ilgili birçok detay verir; lâkin kitabının sonunda tatmin edici bir bibliyografik liste vermesine karşın özellikle kahramanının hayatına ilişkin verdiği bu detayların dayanaklarının belirsiz ve/veya mesnetsiz olması, tüm metnin akışı boyunca kendini hissettirir. En az üç defa Basel’e seyahat ettiği düşünülen Tatarî, 21 Mart’ta geldiği Basel’den ayrılarak 23 Eylül’de Paris’e varır. Bu sırada yazar, kitabının birçok yerinde olduğu gibi Osmanlı tarihine ilişkin araya serpiştirerek binâ ettiği kurgusunu da okuyucusunun muhayyilesine özenle takdim eder. Hatta kahramanının Arap harfleriyle ve Osmanlı kaligrafisinde atılmış bir imzasına, 22 Eylül 1861 tarihini taşıyan “basılı ve İngilizce” bir mektubunun altında yer verir. Mektup, Tatarî’nin dostu olduğu belirtilen Perrier isimli bir zata, Basel’de konakladığını ileri sürdüğü Hôtel Du Sauvage’dan yazılmıştır. Bu mektubun şekli ve içeriği, sonundaki imza kopyasından başlayarak, herhangi bir Osmanlı’dan beklenmeyecek ölçüde içsel ve psikolojik bir dünyaya açılmaktadır.

Sabahın erken bir saatinde otelinden ayrılarak Münster üzerinden nehir kıyısına, adeta fantastik yürüyüş yapan Tatarî, şehrin sâkinleri uykudayken Mittlere Rheinbrücke’e varıp, köprünün ortasına kadar ilerler. Dostuna yazdığı iddia edilen mektupta Oğuz Efendi, evvelki zamanlarda Birsig Nehri civarındaki bir yürüyüşünde bulduğu küçük bir ahşap kutudan bahseder; bu kutuyu Paris’e götürmüştür. Paris’te bu kutuyu bir ustaya itinayla tadil ve tezyin ettirip içine çikolatasından üç adet yerleştirip tarifiyle birlikte dostuna gönderdiğini yazmaktadır. Ayrıca tarifini özel bir cam şişeye yerleştirip Ren Nehrine bırakıverir. Yine aynı mektuptaki iddiaya göre Tatarî Oğuz Efendi’nin çikolata tarifi, Türk kahvesi ile İsviçre’nin pelin otu ve kakaonun karışımından müteşekkildir. Kısacası levhada da belirtilen söylenceye göre bu acayip Osmanlı ustalığının tarifini bir şişeye koyup 1861’de nehre atmıştır. Ben Wineblum’un yazdığına göre Basel Şehir Konseyi, 150 yıl sonra bunu abideleştirmek için Orta Köprü’ye bir plaket levha koyma gereği hissetmiştir.  Yine yazara göre bu eşsiz çikolata tarifi bugün Basel merkezli Beschle Chocolatier Suisse firması tarafından özel bir çikolata kutusunda çikolatalı trüf olarak “The Lore of Tatarî Oğuz Effendi” adıyla üretilmektedir. Ancak köprüdeki levha ve bu kitap dışında kitabın neredeyse tamamında sunulan “deliller” gibi bu çikolatayı da bulup tatma imkânına henüz nâil olamadık.  

Bütün bu bilgilerden sonra ilk bakışta bir maceraperest olduğu izlenimi veren Oğuz Efendi’nin biyografisi ile ilgili uzun sorular silsilesi gündeme gelmektedir. Hakkındaki uzun Wikipedia maddesi de dâhil onun üzerine verilen tüm bilgi kırıntılarının yegâne kaynağı, gördüğüm kadarıyla ve daha önce de belirttiğim gibi Ben Wineblum’un bu eseridir. Öncelikle Osmanlı kaynaklarında Oğuz Efendi ile ilgili somut bir veri yoktur ve bu da isminden başlayarak birçok konuda bazı soruları derinleştirmeyi gerektiriyor. 19.yüzyılda “Oğuz” isminin Osmanlı seçkinleri, hatta halk arasında dahi kullanıldığını ileri sürmek güç ve bu ayrı bir tartışma konusu. Diğer yandan hâlihazırda Osmanlı Arşivi’nde yaptığım taramalarda Paris’teki Mekteb-i Osmanî talebeleri arasında ismine şimdiye kadar rastlamadım. Daha da dikkate değer bir sorun, Osmanlı literatüründe kendisinin adı geçmediği gibi babası Enis Efendi’nin de adına da rastlanmamış olmasıdır. Babasının Cerîde-i Havâdis’te yazar olması ve Tercüme Odası’ndan yetiştiği iddiası birbiriyle tutarlı olsa da tanınan bir Osmanlı entelektüeli olmadığı anlaşılıyor. Cerîde-i Havâdis’te Abdülgeffâr Enis Efendi adında birinin Amerika üzerine bir eser çevirdiği bilinmekle birlikte, babasının bu şahıs olup olmadığı da açık değildir. “Tatarî” ise bir mahlastır; Oğuz Efendi üzerine basılı yegâne eserde, “Tatarî”nin “Ulak” manasında kullanıldığı belirtilmektedir. Osmanlı Türkçesinde bu tür sıfatların kullanımı dikkate alındığında bu mahlasın da otantik olmaktan ziyade oryantalist bir kullanıma tekâbül ettiği ya da en azından uydurulmuş olabileceği düşünülebilir. Osmanlıcanın bazı inceliklerini bir kenara bırakacak olsak ve “Oğuz Efendi”nin varlığını kabul etsek dahi Basel’e bu isimle seyahat etmiş olması, bunun bir mahlas olmadığı anlamına gelmez. Bir diğer sorun ise, onun biyografisinde geçen bazı detay bilgilerde hatalar ve çelişkiler bulunmasıdır. Örneğin Reisülküttâblık, yani modern bir Dışişleri Bakanlığı kurulmadan önce Osmanlı hariciye işlerine bakan büro, eserde belirtilen yıllardan çok önce lağv edilip, Hariciye Nezareti’ne dönüştürülmüştü. Ancak yine de yazarın Tanzîmât Osmanlısı üzerine bir okuma yaptığı da anlaşılıyor. Dolayısıyla bu sorunlar, ona atfedilen biyografinin ve mektubun sahihliği konusunda şüphe doğurmaktadır. Üstelik bu kitabın bizim ulaşabildiğimiz tek nüshası da Basel Arşivi’nin kütüphanesinde bulunmaktadır. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki Basel Arşivi’nde de bu konuyla ilgili bir veriye şimdilik ulaşamadık. Mezarı konusunda da verilen bazı bilgiler tartışmalıdır; Oğuz Efendi’nin 1871’de Weimar’da öldüğü, ancak defnedildiği söylenen Berlin’de Osmanlı tebaasından müteveffa zatların defnedildiği – günümüzde Türk şehitliği olarak bilinen- mezarlığın daha sonra taşınmış olması, mezarlığa ilişkin genel kayıtlarda da Oğuz Efendi ismine rastlanmaması, şüphelerin gittikçe artmasına yol açmaktadır. Kitapta verilen referansların birçoğu Oğuz Efendi’nin kendisine ilişkin bilgilerden ziyade, metne yerleştirilen ve biyografiyi kuşatan kurguyu desteklemeye yöneliktir. Oğuz Efendi’nin hayatıyla ve Basel’deki serencamıyla ilgili verilen bazı bilgiler ise totolojik olduğu kadar, bunların referansları da belirsizdir. Zaten yazar, doğrudan Oğuz Efendi’ye dair verdiği bilgilere esas teşkil eden kaynakların okuyucu tarafından ulaşılabilirliğini ortadan kaldırmak için çeşitli edebî ve kurgusal dokunuşlar yapmıştır.

Bu sorular, dikkatleri onun 19.yüzyıl Avrupalı Şarkiyatçılarından biri olup olamayacağı ihtimalini de dikkate almayı gerekmektedir. Nitekim 19.yüzyılda İsviçre de dâhil olmak üzere Avrupa’ya “egzotik” ülkelerden çıkıp geldiğini iddia eden kimi “gizemli” şahıslar, özellikle Osmanlı dünyasından gelenler her zaman kamuoyunda ve ilgi görmekteydiler. Ancak asıl sorun, Oğuz Efendi’nin “tarihsel” kimliğinden ziyade onun hakkında yegâne bilgileri aktaran kaynağın, sanki bir tarihsel kitap olmaktan ziyade muhayyel bir kahramana dair bir edebî ve kurgusal bir eser olduğu izlenimidir.

Sonuç olarak 19.yüzyılın sonunda Türk kahvesinin İsviçre çikolatasıyla terkibinden doğduğu ileri sürülen bir lezzet ve bunun mucidi olduğu düşünülen Tatarî Oğuz Efendi’nin hatırasına Basel’de Orta köprünün ayağına asılmış olan anma levhasının varlığı, bu muhayyel Osmanlı’nın varlığı üzerine daha fazla araştırma yapılmasını gerektiriyor.

Yazar: Basel Üniversitesi MEB Okutmanı Dr. Öğretim Üyesi Özhan Kapıcı

Bu haber toplam 3572 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum